Yüksek sodyum (tuz) alımı ve hipertansiyon arasındaki ilişki, 20. yüzyıldan beri araştırılıyor. Araştırmalar, tuzun diyetle azaltılmasının, hipertansiyon tedavisinde kilit bir bileşen olduğunu ortaya koyuyor.
Prof. Dr. Y. Birol SAYGI / Beykoz Üniversitesi
Tuz sadece sodyumklorür mü (NaCl), yoksa insan organizmasının yararına kullanabileceği daha fazla içerik var mı? Metabolizma için önemli mi, neden tuz hakkında endişelenmeye devam ediyoruz soruları her zaman düşünülmektedir. Bu soruların doğru cevapları için tuz içeriğinin önemli bileşeni olan sodyumun metabolizma için önemi ve fonksiyonlarını doğru anlamak ve yorumlamak gerekir. Tuz için hangisi seçilmelidir, sağlık mı ya da lezzet tercihleri mi? Sağlık kaybedildiğinde düzeltmek kolay değil ama lezzet tercihlerinde metabolizmanın alışması kolay.
Metabolizmada su
Su sağlıklı yaşamak için zorunlu gıdaların başında gelmektedir. Yemek yemeden uzun süre yaşanabilir ama su içmeden birkaç günden fazla yaşamak mümkün değildir. İnsanlar vücut suyunun %10’unu kaybettiklerinde yaşamları tehlikeye girmekte ve % 20’sini kaybettiklerinde ise ölüm kaçınılmaz olmaktadır. Bir insanın susuzluk hissi ile su ihtiyacını ayarlayabileceği düşüncesi, çocukluk çağı için doğru olsa da ileri yaşlar için geçerli değildir. Susuzluk hisleri önemli ölçüde köreldiği için yaşlıların farkına varmadan susuz kalma tehlikeleri büyüktür.
Genelde birçok kişi yeteri kadar su içmemektedir. Bu nedenle vücudumuz tam anlamı ile görevlerini yerine getirememekte ve çeşitli kronik hastalıklar ortaya çıkmaktadır. Özellikle, insanlar yaşlandıkça susuzluk merkezleri duyarlılığını kaybetmektedir. Birçok yaşlı serum takılacak kadar aşırı su kaybı olmasına rağmen kendisini susamış hissetmemektedirler. Bazı araştırmacılar ise yaşlıların 10-15 yıl içinde vücut sıvılarından 3,5-6 litre kadar su kaybının olduğunu saptamışlardır.
“İnsan ne kadar susuyorsa o kadar su içmeli” önermesi ilk bakışta çok mantıklı gelmektedir. Ama durum göründüğü gibi değildir. Sadece hayatı sürdürebilecek kadar su içmek sağlıklı bir yaşam için yeterli değildir. Birçok insan yeterli sıvı aldığını düşünmekte olup ancak bu doğru değildir. Eğer yeteri kadar su içilmiyorsa ya da su yerine şekerli sıcak içecekler (kahve, çay), gazlı meşrubatlar, enerji içecekleri ve bira gibi su kaybettiren osmotik yükü fazla sıvılar içiliyorsa (fazla idrara çıkarak) kronik susuzluğa maruz kalınmaktadır. Bu tip içecekler dudak kuruluğunu geçirdiği için susuzluk hissedilmez. Ayrıca günümüzde aşırı meşguliyet insana susuzluğunu unutturmaktadır.
Vücudumuz susuz kaldığında beyin hücrelerini susuz bırakmamak için her türlü önleme başvurmaktadır. Amaç beyine yeterli kanı göndermektir. Beyin vücudumuzun % 2’sini oluşturmakta ancak aldığı kan bunun 10 katı (% 20) düzeyindedir. Metabolizma henüz susuz kaldığını hissetmeden, histamin bu durumun farkına vararak salgılanması artmaktadır. Histamin su düzenini sağlamakla görevli maddedir. Amacı kanı öncelikle beyin, böbrek ve akciğer gibi hayati organlara göndermek ve bu dokuların ihtiyacını gidermektir.
Normal sağlıklı bir yetişkinin toplam su miktarı o kişinin vücut ağırlığının % 50-70’ini oluşturmaktadır. Yenidoğanda bu oran % 80 düzeyinde iken bir yaşında % 65 düzeyine inmektedir. Yetişkin erkeklerde % 60 ve yetişkin kadınlarda % 50 iken yaşlı erkeklerde % 50-55 ve yaşlı kadınlarda % 45-50 düzeyindedir. Obezite ve beslenme geriliğinde bu oranların % 10-20 aşağısı görülmektedir.
Birçok değişik patolojik gelişme nedeni ile vücut sıvılarının hacminde ve içeriğinde değişmeler veya köklü bozulmalar olmakta ve bu durum çoğu kez klinik tabloya yansıyacak kadar şiddetli seyretmektedir. Bu patolojik gelişmeler nefropati ve kardiyopati gibi primer nedenlere bağlı olabildiği gibi, tedavi amacıyla yapılan cerrahi girişimlerin kaçınılamaz sonucu olarak meydana çıkmaktadır. Kökeni ne olursa olsun vücut sıvılarının hacminin değişmesi, içerdiği elektrolitlerin ve tonisitesinin azalması veya çoğalması asit-baz dengesinin bozulması gibi durumlar metabolizma için çoğu kez ciddi bir tehdit oluşturmaktadır.
Organizmada vücut sıvıları hücre içi (intraselüler) ve hücre dışı (ekstraseluler) olmak üzere başlıca iki bölümdedir.
İntraselüler sıvı, hücre içinde bulunur ve hücrenin kimyasal işlevlerini sürdürebilmesi için gereken sıvı ortamı sağlar. Toplam vücut ağırlığının % 30-40’ı, toplam vücut suyunun ise % 60’ı hücre içi bölümde bulunur. Metabolik olaylar hücre içi sıvıda oluşur. Hücreler bu sıvıdan oksijen ve besin gereksinimlerini alırlar ve hücre metabolizma atıklarını da bu sıvıya boşaltırlar. Hücre içi bölümün başlıca katyonu potasyumdur.
Ekstraselüler sıvı, hücre dışında bulunur ve toplam vücut suyunun yaklaşık % 20’sini (hücrelerarası bölme % 15, plazma % 5 ve transelüler bölme % 1) oluşturur. Ekstraselüler sıvı, organizmada besin maddeleri, oksijen ve metabolik atıklar gibi maddeleri taşır ve hücrenin gerekli madde alışverişini yapabilmesi için de sıvı ortamı sağlar. Hücre dışı sıvının başlıca katyonu sodyumdur. Ekstraselüler sıvıdaki değişiklikler vücudun total sodyum içeriğine bağlıdır. Sodyum alımı; renal sodyum ekstraksiyonu ve böbrek dışı sodyum kayıpları (kusma, ishal, terleme, üçüncü boşluklara dağılma) ile ilişkilidir. Ekstraselüler sıvı organizmada başlıca 3 biçimde bulunur.
- İntravasküler Sıvı (Plazma): Plazma, kanın hücresiz kısmıdır. Yetişkin bir bireyde plazma hacmi yaklaşık 3 litredir.
- İnterstisyel Sıvı: Hücreler arasındaki boşlukları doldurur. Doku sıvısı da denir ve interstisyel sıvı lenf sıvılarını da içerir. Interstisyel sıvı, tüm ekstraselüler sıvının 3/4’ünü oluşturur.
- Transselüler Sıvı: Epitel zar aracılığı ile diğer vücut kısımlarından ayrılmış olan sıvılardır. Beyin omurilik, eklem içi, göz içi, plevra, periton ve perikard sıvıları ile sindirim bezlerinin sıvıları bu gruba girer.
Elektrolitler
Su gibi bir çözücüde, iyon adı verilen farklı elektrik yüklü partiküllere ayrılan, atomlardan oluşan madde ya da bileşiklere “elektrolit” denir. Pozitif yüklü iyonlara “katyon” ve negatif yüklü iyonlara ise “anyon” denir. Bir solüsyondaki negatif elektrik yükü sayısı, pozitif elektrik yükü sayısına eşit olmalıdır. Elektrolitler beden sıvılarında bu kanuna göre yer alırlar (Çizelge 1). Elektrolitlerin görevleri şunlardır;
- Sinir adale uyarılabilirliğini (nöromüsküler iritabiliteyi) sağlamak,
- Vücut sıvılarının osmolaritesini devam ettirmek,
- Hidrojen iyonu dengesini (asit-baz dengesini) düzenlemek,
- Organizmada su hacminin düzenlenmesinde ve dağılımında görev alırlar,
- Organizmada bölümler arası sıvı dağılımı sağlarlar,
- Hücre membranının işlevinde etkilidirler,
- Biyolojik süreçlerde işlev görürler,
- Hücre işlevlerinde yer alırlar.
Çizelge 1. Elektrolitlerin dağılımı
Hücrede taşınım
Hücre zarı, madde geçişine karşı seçici geçirgen (selektif permeabilite) özelliğe sahiptir. Hücre zarının geçirgenliğinde boyut, elektriksel yük, polarite ve lipitte eriyebilirlik önemli etkenlerdir. Genel olarak küçük ve lipitte eriyebilen maddeler zardan kolaylıkla geçerler. Büyük moleküllü maddelerin ise zardan geçişi özel taşıyıcı sistemler aracılığı ile gerçekleştirilir. İhtiyaç duyulan maddelerin hücreye alınması, metabolitlerin ve hücrede sentezlenen ürünlerin hücre dışına atılmasını sağlayan mekanizmalar yani hücre zarından madde geçişi iki genel yolla gerçekleşir. Bunlar pasif taşıma ve aktif taşımadır.
Pasif taşıma:
Hücre zarından geçen maddelerin enerjiye ihtiyaç duymadan gerçekleştiği taşıma tipidir. Difüzyon, kolaylaştırılmış difüzyon ve ozmos olmak üzere üç farklı şekli vardır.
Aktif taşıma:
Konsantrasyon farkı gözetilmeksizin maddelerin enerji kullanılarak özel taşıyıcı proteinlerle hücre içine veya dışına taşınması olayıdır. Canlılık için oldukça önemli olan bu taşıma tipinde, örneğin bir maddenin hücre içi konsantrasyonu yüksek olmasına rağmen hücre dışından hücre içine alınması (ör: Potasyum) ya da hücre dışı konsantrasyonu yüksek olmasına rağmen düşük konsantrasyondaki hücre içinden dışına çıkarılması (ör: Sodyum) gerçekleştirilir. Bu tip madde taşınması konsantrasyon farkına dayalı difüzyonla gerçekleştirilemez.
Enerji kaynağına bağlı olarak primer ve sekonder aktif taşımadan söz edilir. Primer aktif taşımada enerji ATP’den, sekonder aktif taşımada ise zarın iki tarafında bulunan iyonik konsantrasyon farkından sağlanır. Aktif taşımada rol alan taşıyıcı proteinlerin, kolaylaştırılmış difüzyonu gerçekleştiren taşıyıcı proteinlerden farkı enerji bağlaması ve buna bağlı hızlı iş görmesidir.
Aktif taşımanın üç tipi: Üniport (Sadece bir madde ve iyon taşınır, örneğin hidrojen), Koport-Simport (İki farklı madde aynı anda ve aynı yönde taşınır, örneğin glukoz, aminoasitler) ve Antiport (İki farklı madde aynı anda fakat zıt yönde taşınır, örneğin sodyum, kalsiyum).
Hücre dışında konsantrasyonu yüksek olan sodyum iyonu kimyasal konsantrasyon yönü hücre dışından içeri ve elektriksel potansiyeli hücre içine doğrudur. Hücre içinde konsantrasyonu yüksek olan potasyum iyonunun kimyasal konsantrasyon yönü hücre içinden dışına ve elektriksel potansiyeli hücre içine doğrudur.
Hücrede membran potansiyeli oluşumu sırasında konsantrasyon farkı oluşsun diye hücre içinde büyük anyonlar bulunur. Membran sodyum ve potasyum iyonlarının her ikisine de aynı geçirgenliği göstermez. Potasyum iyonları sodyum iyonlarına göre hücreden pasif geçiş ile çok daha kolay geçer. Membranda üç sodyum iyonun hücre dışına, iki potasyum iyonunu hücre içine taşıyan ATP bulunur. Hücrenin membran potansiyeli bütün bu parametrelerin birlikte etkisi ile meydana gelmektedir. Üç ana kompartıman arasında suyun dağılımını belirleyen ozmotik faktörler Şekil 1’de görülmektedir.
Şekil 1. Üç ana kompartıman arasında suyun dağılımını belirleyen ozmotik faktörler
Hücre içinde zarı geçemeyen proteinler, polifosfatlar ve diğer iyonlar bulunmaktadır. Bunun yanında zarı geçebilen sodyum, potasyum ve klor gibi iyonlar da bulunmaktadır. Denge durumunda zarı geçebilen iyonların dağılımı gibbs-donnan kuralına göre olur. Gibbs-Donnan Dengesi, Nernst Denge Denkleminin özel bir durumudur. Ortamlardan birisinde membranı kesinlikle geçemeyecek bir maddenin bulunması halinde, iki iyon arasındaki dengenin sağlanabilmesi için gerekli iç ve dış konsantrasyonları hesaplamak için kullanılır. Bu kuralda zarı geçemeyen iyonların polaritesine göre, zarı geçebilen iyonlar dağılım gösterirler. Aşağıda verilen eşitlikteki gibi bu dağılım sonucunda her iki bölgede artı ve eksi yüklerin miktarları eşit olur. Yani hücreler içinde eksi yüklü iyonlar kadar artı yüklü iyonlar bulunur. Zarın tüm iyonlara geçirgen olduğu durumda ise iyonların her iki taraftaki dağılımı birbirine eşit olur. Dinlenim halindeki bir hücrede her bir iyona karşı geçirgenlik farklı olduğundan ve zarı hiç geçemeyen iyonlar bulunduğundan hücre içi ve dışı arasında bir potansiyel fark bulunur.
Tuzun sağlık etkileri
Sodyumun yaklaşık % 98’i bağırsakta emilir. Fazla sodyum esas olarak böbrekler tarafından atılır. Terleme ile bir miktar kayıp olur. Kararlı hal koşullarında sağlıklı yetişkin insanlarda, idrardan sodyum atılımı kabaca alımına eşittir. Sodyum çok önemli bir besin olup bu katyon temel olarak hücre dışı sıvı ve plazma hacmini düzenlemekten sorumludur. Aynı zamanda hücrelerin zar potansiyelini belirler ve bazı moleküllerin hücre zarları boyunca aktif taşınmasına katılır. Potasyum ve kalsiyum dahil diğer katyonlar sodyum ile etkileşime girerek fizyolojik olguları gerçekleştirirler.
Sağlıklı insanlardaki çeşitli hormonlar ve sempatik sinir sistemi, farklı diyet tuz seviyelerine adaptasyon sağlar ve diyet sodyum alımına yanıt olarak ter ve idrardaki sodyum atılımını değiştirerek plazma sodyum seviyelerini optimal bir aralıkta tutar. Bununla birlikte, insanlar yaşlandıkça veya bazı kronik hastalıklar geliştirdikçe, böbrek fonksiyonu düşerek elektrolitlerin homeostatik düzenlenmesini etkileyebilir. Aşırı sodyum atılımının etkinliği azaldıkça, plazma hacmi artar ve hipertansiyonu indükleyerek kardiyovasküler sistemi zorlayabilir. Hipertansiyon, sırayla, koroner kalp hastalığı, inme ve son dönem böbrek hastalığı ile doğrudan ilişkilidir (Şekil 2).
Şekil 2. Yüksek tuz alımının metabolizmada etkileri
Farklı kullanımlar için nasıl tuz çıkarılacağını bilmeden önce insan, tuzlarını hayvansal kaynaklardan almışlardır. Etçiller yine aynı şekilde tuz alırlar ve onu besin zinciri boyunca geri dönüştürürler. Bazı bitkiler, hayvanlardan çok daha az miktarda ve daha az sodyumlu olmasına rağmen, bileşimlerinde de tuz bulunur. Bu nedenle, metabolizmaya sodyum alıma temel unsuru unutulmadan sağlıklı beslenmek çok önemlidir. Metabolizmanın yeteri kadar sodyum alması gerekmektedir. Bununla birlikte, insanlar hareketsiz hale gelip tarıma döndüklerinde, alıştıkları tuzlu tadı kaçırdılar ve aktif olarak tuz aramaya başlanması tuz konusunda evrim noktasını oluşturdu. Arkeologlar, Çin’de tuz üretiminde ilk tekniklerin güneşin gücünün kullanıldığını ve daha sonra kil kaplarında deniz suyunu kaynattıklarını saptamışlardır. Bu noktadan itibaren gıdaları korumak için tuzun gücünün keşfedilmesi tuzun kullanımını ve gücünü artırmıştır. Tuzun tıbbi geçmişi eski zamanlarda başlar ve insanlık tarihinin farklı yönleriyle yakından ilgilidir.
Günlük tuz kullanımı 5000 yıl önce 100 mg düzeyinde iken günümüzde 15 hatta 18 gram üzerindedir. Tuz sağlığımız için çok önemli olup sodyum ve sağlık ilişkisi canlı organizmalar için esastır. Tüm canlıların hepsinin vücut kompozisyonunda tuz (sodyum) vardır. Sodyum önemli bir unsurdur. Sodyum klorür her zaman gizli bir katil değildir. Metabolizma için sodyum çok önemli ve gerekli ama sodyum alımının yükselmesi metabolizmada Gibbs-Donnan dengesinin zorlanmasına neden olmaktadır. Normalde bir olması gereken bu denge örneğin Türkiye’de ikinin üzerindedir. Bu da metabolizmada birçok kronik hastalığın tetikleyicisi olmaktadır.
Vücudumuzda, besinlerin emilimine ve sindirim sürecine yardımcı olan, sinir uyarılarının iletilmesini sağlayan yaklaşık 150-250 gram tuz vardır. Vücut, tükettiğimiz tuz miktarına uyum sağlayabilir, örneğin tuzu seyreltmek için ekstra suya ihtiyaç duyduğunda susayarak uyarır. Sağlıklı bir vücut sadece ihtiyaç duyduğu tuz miktarını işler ve böbrekler yolu ile fazlalıkları atar.
Hipertansiyon insanlık için önemli bir risk faktörü olup dünya çapında 970 milyondan fazla insanı etkileyerek her yıl dokuz milyondan fazla insanın ölüm nedeni olan kalp-damar hastalıklarının önemli bir nedenidir. İster deniz tuzu isterse kaya tuzları olsun diğer mineralleri taşıdıklarından ziyade sodyum içerikleri nedeniyle her tür tuzun tüketiminde aşırı cimrilik yapılması gereklidir.
Yüksek sodyum (tuz) alımı ve hipertansiyon arasındaki ilişki, 20. yüzyıldan beri araştırılmaktadır ve tuzun diyetle azaltılmasının, hipertansiyon tedavisinde kilit bir bileşen olduğunu ortaya koymaktadır. WHO, hipertansiyon dışında aşırı tuz tüketiminin kardiyovasküler hastalıkların, mide kanseri, böbrek hastalıkları, osteoporoz ve diyabet gibi hastalıkları tetiklediğini belirtmektedir. Sodyum, ekmek, pişirilmiş et ve atıştırmalıklar, kabuklu deniz ürünleri ve işlenmiş gıdalarda yüksek miktarlarda bulunmaktadır. Ayrıca, sodyum doğal olarak tüm gıda ve içeceklerde bulunur. Gıda ve içeceklerimizdeki doğal sodyum içeriği ihtiyaçlarımızı nispeten karşılamasına rağmen yine de öğünlerimize tuz (sodyum) ilavesini sınırlandırmak çok önemlidir.
INTERSALT çalışmasında, değişik ülkelerde 20 ila 59 yaşları arasında 10.079 gönüllü örneğinde sodyum alımı (idrarda sodyum seviyelerini ölçerek) ile kan basınçları karşılaştırmıştır. Sonuçlar net olarak sodyum alımı ile kan basıncındaki bağlantıyı açıkça göstermiştir. Yapılan bir çalışmada (NHANES III), yüksek oranda Sodyum/Potasyum oranının kardiyovasküler hastalıklara neden olduğu ve ABD’de yüksek sodyum alımının popülasyon mortalitesindeki artışla yakından ilişkili olduğu sonucuna varılmıştır. Yakın zamanda yapılan bir çalışmada sodyum alımının orta yüksek (201 mmol/gün) bir düzeyden düşürülmesi (66 mmol/gün) ile -ki tavsiye edilen maksimum 100 mmol/gün (5 gr tuz)-, 1/0 mmHgsistolik/diyastolik basınçta bir düşüş, hipertansiyonlu olanlarda ise 5,5/2,9 mmHg bir sistolik/diyastolik basınçta azalma olduğunu göstermiştir.
Aşırı tuz tüketimi ana halk sağlığı kaygılarını tüm ülkelerde artırmaktadır. Örneğin Portekizlilerin yaklaşık % 26,9’u hipertansiyondan muzdarip olup bunların sadece % 16’sı tıbbi olarak kontrol edilmektedir. Ülkedeki ölümlerin % 34,7’si kardiyovasküler hastalıklar nedeniyledir. İngiltere’de yapılan bir çalışmada düşük kaliteli diyet ve düşük meslek düzeyi olan kişilerde sodyum alımının daha yüksek olduğunu göstermiştir. Aynı sonuçlar, İtalya’nın üç farklı bölgesinde tuz tüketimini incelerken benzer sonuçlar bulunmuştur. Tüm bu çalışmalarda sağlık yönlerinin tuz (sodyum) alımında önemli bir rol oynamadığı, tat alma tutumunun ilave yemek tuzu için önemli bir belirleyici olduğu sonucuna varılmıştır. Tüm bu bulgular sağlık ve beslenme eğitim programları sorununu küresel düzeyde ortaya koymaktadır.
Ülkemizde Sağlık Bakanlığı, Temel Sağlık Hizmetleri Daire Başkanlığı’nca başlatılan çalışmada günlük tuz tüketiminin 18 gram olduğu tespit edilmiş ve yürütülen çalışmalar sonucu 2015 yılı itibariyle günlük tüketim miktarı 15 gram seviyelerine çekilmiştir. Ama hemen hatırlatalım insanların günlük tuz ihtiyacı 5 gram seviyesinde. Yani ihtiyacımız olanın 3 katı bir tüketim söz konusu. Bu haliyle Türkiye, Japonya’nın ardından dünyanın en fazla tuz tüketen ikinci ülkesi konumunda. Tabii bu konu beslenme alışkanlıklarıyla yakından ilgilidir. Vücudumuza alınan tuzun yüzde % 77’si işlenmiş gıdalardan, % 12’si doğal gıdalardan, yüzde 6’sı sofrada ve yüzde 5’i yemek yaparken pişirme sürecinde alınıyor.
Türkiye Nüfusunda Hipertansiyon ve Tuz Alma İlişkisi (SALTURK) epidemiyolojik çalışmasında, Türk popülasyonunun temsili bir grubundaki günlük tuz alımını ve kan basıncıyla ilişkisini değerlendirmeyi amaçlamıştır. Kayıtlı normotansif ve hipertansif bireyler demografik bilgiler, diyet alışkanlıkları, hipertansiyon farkındalığı ve uyuşturucu kullanımı gibi datalar toplanarak, kan basıncı ölçülerek, tuz tüketimini hesaplamak için 24 saatlik idrar örnekleri toplanmıştır. Günlük idrar sodyum atılımı, 18,01 gram/gün bir tuz alımı saptanmıştır. Obez katılımcılar, kırsal kesimde yaşayanlar, eğitim düzeyi düşük ve yaşlı olanlarda tuz alımı daha fazla olduğu saptanmıştır. Tuz alımı ile sistolik ve diyastolik kan basınçları arasında pozitif bir korelasyon saptanmıştır. Sistolik ve diyastolik kan basınçlarında artış saptanmıştır. Tuz alımı ve sistolik kan basıncı normal kilolu bireylerde anlamlı derecede korele olduğu belirlenmiştir. Sonuç olarak Türk nüfusunun çok miktarda tuz tükettiği, tuz alımı ve kan basıncı arasında pozitif korelasyon olduğu bulgulanmıştır. 2012’den beri yapılan çalışmalar çerçevesinde tüketim kişi başına 15 gram/gün düzeyine gerilemiştir. Bu nedenle, sodyum kısıtlamasındaki çabalar, ulusal ve küresel sağlık politikalarının bir parçası olarak hipertansiyon yönetiminde çok önemlidir.
Tuz (sodyum) ve gıda
Sodyum, az miktarda olsa çoğu gıdada doğal olarak bulunan bir mineraldir. İnsanların fiziksel sıvı sistemi dengesini sağlamaları gerekir. Sodyum ayrıca sinir ve kas çalışması için de gereklidir. Ancak, çok fazla sodyum, insanın böbreklerine zarar verebilir ve yüksek tansiyon olasılığını artırabilir. Buna karşılık, yeterli miktarda potasyum alımı, sodyumun kan basıncı üzerindeki olumsuz etkilerini telafi edebilir, kan basıncını düşürebilir ve hipertansiyon riskini azaltabilir. Aşırı sodyum ve yetersiz potasyum alımının sağlık üzerine etkileri son yıllarda giderek aktüel olmuştur. Günümüzde medyada önerilen faydalı tuz olgusunun öncelikle sodyum içeriği ile değerlendirilmesi gerekmektedir. Buna en açık yaklaşım farklı tuzların sodyum ve potasyum içeriklerini veren Çizelge 2’de görülmektedir.
Çizelge 2. Farklı tuzların sodyum ve potasyum içerikleri
Tuzların sodyum içeriği önemli ölçüde farklı değildir. Bu çerçevede tüketicilerin, özellikle hipertansif hastalar için sağlığı korumak amacıyla günlük sodyum alımlarını kontrol etmeleri çok önemlidir. Tüketicilerin, tuzların sodyum içeriklerini bilme ve ardından bu tuzları seçme ve kullanmada uygun kararı verme fırsatı her zaman tanımalıdır.
Tuz, diyetimizde tek sodyum kaynağı değildir. Ayrıca, gıda reçetelerinde kullanılan sodyum bikarbonat, monosodyum glutamat, sodyum fosfat, sodyum karbonat ve sodyum benzoat gibi birçok bileşenden metabolizma sodyum almakta ve tüm bu kaynaklar sodyum klorürden (tuz) alınan sodyum ile birlikte toplam sodyum alımını sağlamaktadır.
Sonuç olarak; gıdalara lezzet veren tuz, insanların çok sevdiği ancak günlük kullanım limiti aşıldığında sağlık riski yaratan bir üründür.