Yunan filozofu Aristo, ünlü tarihçi Homeros, İngiliz doğa bilimci Darwin, ünlü İtalyan ressam Leonardo Da Vinci, Alman kökenli fizikçi Einstein, İngiliz fizikçi Isaac Newton, ünlü oyun yazarı Shakespeare, Rus yazar Tolstoy, Fransız yazar Voltaire, Alman besteci Wagner ve Hintli pasifist siyasetçi Gandhi et yemezdi.
Hakan Ozan ERZİNCANLI-Ziraat Mühendisi
Büyümek, kalkınmak, zenginleşmek… Bunlar ne demek? Tüm ülkeler (ve insanlar) büyümek, kalkınmak ve zenginleşmek istiyor. Bu amaçla başarılı başarısız planlar yaparak uygulamaya çalışıyorlar. Kalkınmak… Azgelişmiş ülkelerin, gelişmiş ülkelere yetişme çabası… Kalkınmak için daha fazla elektrik harcamak, daha fazla et-süt tüketmek, daha çok benzin harcıyor olmak lazım.
Et tüketimi
Kalkınamamışlığımızın, gelişmemişliğimizin göstergesi olarak et tüketimimizin azlığını gösterenler şöyle diyor: “Bir insanın yeterli ve dengeli beslenebilmesi için günde 75-80 gram protein alması, bunun da üçte birinin hayvansal ürün olması gerekir. Maalesef, nüfusumuzun çoğunluğu hayvansal proteinden yoksundur. Kişi başına yıllık kırmızı et tüketimi ABD‘de 95, AB ülkelerinde 70 iken Türkiye‘de yalnızca 6,5 kg‘dır.”
Bu ne kadar bilimsel ve mantıklı bir bilgi gibi geliyor değil mi? Oysa biliyor musunuz Yunan filozofu Aristo, ünlü tarihçi Homeros, İngiliz doğa bilimci Darwin, ünlü İtalyan ressam Leonardo Da Vinci, Alman kökenli fizikçi Einstein, İngiliz fizikçi Isaac Newton, ünlü oyun yazarı Shakespeare, Rus yazar Tolstoy, Fransız yazar Voltaire, Alman besteci Wagner ve Hintli pasifist siyasetçi Gandhi etyemezdi.
Bu bilgiden sonra et-süt tüketmek ile kalkınmışlığın, gelişmemişliğin doğrudan alakası olduğunu düşünebilir miyiz? Döneminde yukarıda saydığımız gibi insanlardan oluşan bir toplum, gelişmemiş bir toplum olabilir mi? AB ve Türkiye’nin tüketim verilerini inceliyorum. Hayvansal ürünler AB’de Türkiye’ye göre 4-5 kat fazla tüketiliyor. Ancak meyve tüketimimiz hemen hemen eşit iken sebze tüketimimiz AB ortalamasının iki kat üzerinde. Sebze tüketmektense et mi tüketmeli? Bakınız bazı veriler:
- Mevcut tarım arazilerinin % 30’u hayvan yemi yetiştirmek üzere ekiliyor.1
- 1 kg tahıl üretmek için 200 litre su gerekliyken, 1 kg et için 20.000 litre suya ihtiyaç var.1
- 1 kg etle 200 kg patates aynı süre içinde imal edilebilir. 50 kg sığır eti yerine 1000 kg kiraz, 6000 kg havuç ve 4000 kg elma üretilebilir.1
- Günlük 80-100 gram kadar meyve veya sebze tüketimi mide kanserine yakalanma riskini yüzde 30, günde ortalama 27 gram yüksek lifli gıdaların tüketilmesi barsak kanseri riskini yüzde 20 azaltır.2
- Yeterince sebze-meyve yiyen çocukların atardamarları fazla sebze-meyve yemeyen çocukların atardamarlarına göre sonraki yıllarda daha sağlıklı ve daha az sert olmaktadır.3
Kişisel refah seviyesi
Özel otomobil sayısı, motorlu kara taşıtı sayısı, fert başına elektrik tüketim miktarı, fert başına telefon kontör değeri, faks sayısı gibi veriler insanların refah seviyelerini ölçmek için kullanılıyormuş. İki adet arabası olan ve günün büyük kısmını trafikte egzoz gazı soluyarak, yine gününün 5 saatini telefonla konuşarak geçiren ve günde yüz tane faks alan bir kişi bolluk, varlık ve rahatlık (refahın açılımı) içerisinde yaşamakta mıdır acaba?
Ayrıca rahat ve huzurlu olabilmek için bu kadar malın sigortasını yaptırmalı, hırsız alarmları takmalı, vergileri ve tamirat-bakımlarını takip etmelisiniz. Refah denilen şey buysa, benim için pek cazip değil açıkçası… Ülkeler ve kişiler, bu refahı elde etmek yolunda neleri göze almalı? Örneğin diyelim ki ülke olarak ihracat hedefinizi iki kat yükseğe koydunuz. Böylece toplam refahın artmasını bekliyorsunuz. Eğer başarılı olursanız, bunu büyük ihtimal komşu ülkedeki insanların pazarını ele geçirerek yapacaksınız. Yani komşunuz dara düşerken, siz refaha kavuşacaksınız.
Kendi kendine yeterlilik
Günümüzde ekonominin belkemiği tüketim… Her ne kadar kurumlar tasarrufu öneriyorlar gibi görünüyorsa da günümüzde hiçbir kurum beş yılda bir kazak alan, hatta onu da almayıp kendi ören birini istemez. Kazağınızı butikten, ekmeği bakkaldan, meyveyi manavdan alın. Hatta meyve kuruları da içeren, bolca işlenmiş ve kilometrelerce taşınmış mısır gevreği alın. Ve böylece ekonominin çarkları dönsün… Alın, verin, ekonomiye can verin… Düşünüyorum da kendi kendine yeterliliği yüksek birey, aile, mahalle ve topluluklar; minimum kaynak tüketimi ile uygun bir refah düzeyine ulaşamaz mı? Örneğin ben ekmeğimi kendim yapıyorum. Buğdayı, tavuk yemi olarak satılan en ucuz buğdaydan alıp (çünkü parlatılmış buğdaydan daha doğal ve daha iyi maya tutuyor), kendim öğütüp, mayasını ekşi mayadan hazırlayıp ekmek yapıyorum. Normal ekmek ile kıyasladığımda en az yarı yarıya daha karlı olduğumu gördüm. Bir de yaptığım ekmeğin kalitesinde olduğunu iddia eden markalı ekmeklerle kıyaslasam sanırım 5-10 kat daha ucuza ekmek üretiyorum. Ve bence dışarıda satılan tüm ekmeklerden daha değerli kendi yaptığım ekmek. Bir kere buğdayın özü, kepeği içerisinde; doyurucu ve besleyici ve kesinlikle yapay kimyasallar içermeyen güvenilir bir ekmek. Ayrıca eminim ki beş hane birleşsek hem çok daha ucuza ekmek yaparız, hem de aramızdan benden daha becerikli ve daha bol zamanı olan ve bu işe yetenekli biri benden daha iyi ekmekler yapabilir. Ben de bana düşen ve daha yetenekli olduğum işi yapar, gidip iyi buğday bulurum. Sonuçta dışarıdan satın alacağımızın en kötü ihtimalle yarı fiyatına en kaliteli ekmeği tüketiriz. Benzer şekilde balkonumda küçük bir sebze bahçesi yaparsam gıdamın ciddi bir kısmını buradan karşılayabilirim. Komşularla anlaşırsak apartman çatısında veya varsa bahçesinde sebze üreterek gıdamızı sağlayabiliriz. Biliyor musunuz, 30 metre karelik bir bahçede; 100 kg patlıcan, 300 kg domates, 200 kg biber yetiştirilebilir. Ben insan ve ülke ölçeğinde kendi kendine yeterliliğin küçük adımlarla başlayabileceğini ve gerçek refah ve gelişmişliğin insanın dışa bağımlılığı azaldığında oluşabileceğini düşünüyorum. Elbette bir insan her şeyi bilip her şeyi kendi yapamaz, ancak birbiri ile iletişimde olabilen örneğin 15-30 kişilik bir grup (bildiğimize göre taş devrinde de insanların doğal grupları 15-30 kişilikmiş), birçok şeyleri kendileri üretebilirler. Bu ürünler hem çok daha ucuz, hem çok daha kaliteli (kalite kullanıcının memnuniyetidir. Memnuniyetsizlik sağlıklı bir iletişim ile çözüldüğünde üretici kendini geliştirir ve kalite artar), hem de manevi değerleri olan (pazardan alınan bir kazak veya lokantada yenen bir yemektense annenizin ördüğü kazak veya yaptığı yemek arasında manevi açıdan fark yok mudur ?) ürünler olacaklardır. Ayrıca manen çok önemli bir konu daha var: İnsan, bazı temel ihtiyaçlarını bir grubun parçası olarak kendi yaşam alanında karşılayabildiğini gördüğünde, dış dünyanın bin bir karmaşık olayı içerisinden mutlaka “para” denen nesneyi bulup getirmek zorunda olmadığını fark ederek, bilinçaltında büyük bir rahatlama hissi duyacak ve manevi bir tatmin yaşayacaktır. İş ve işsizlik Bu olmadığı sürece işsizlik olmak zorundadır. Çünkü bugünün anlamı ile “iş” denen şey gidip kocaman şeyler yapmaktır. Bir madenden kömür çıkarmak, kanalizasyonları temizlemek, bir büroda dosyalarla uğraşmak, birilerine hiç de ihtiyacı olmayan sigorta poliçelerini, yeni model bir cep telefonunu satmaya uğraşmak… İnsanlar çalışmayı severler. En önemlisi iş, insana para kazandırır. Kazanılan para ile kişi bir şeyler satın alabilme özgürlüğüne kavuşur. Böylece temel ihtiyaçlarını karşılayarak özgürleşir. Ayrıca işyerindeki meşguliyet, uzmanlaşma, aile ortamı, sosyal çevrenin gelişmesi, arkadaşlar iyidir. Ancak mevcut sistem yapısı gereği, her şeyi sömürdüğü gibi insanı da sömürüyor. Birçok kişi sabahın çok erken saatinde işe gidip, geç saatte eve dönüyor. Ailesine, hobilerine, düşünüp felsefesini geliştirmeye, siyaset üzerine düşünmeye ve tembellik etmeye zaman ayıramıyor. Ve yıllar gelip geçiyor… Bir de işsizler ordusu var. Çalışanlar grubunun arasına girebilmek için ellerinden geleni artlarına koymuyorlar… İşsizliğin bunca ciddi sorun olduğu bir dönemde bazı insanların buna ilginç bir çözüm önerisi var. Çalışma saatleri yarı yarıya düşürülsün (günde 8 değil, 4 saat) diyorlar. Aslında mantıksız değil. İnsanlar normalin üzerinde çalışıyorlar. Kendilerine ve ailelerine vakit ayıramıyorlar.
Ayrıca bir işsizler ordusu var ve iş yaratmak gerekiyor. Çalışma süresi yarı yarıya düşünce aynı işi 2 kişi yapacak. Yine garip şekilde bazı insanlar çok kazanıyor ve zamanları yok. Şöyle deme özgürlükleri yok: “Ben günde 12 saat çalışıyor ve 10 birim para kazanıyorum. Oysa bana 2 birim para yeter. O halde 3-4 saat çalışayım.”
Ben bunu iş hayatımda yapabiliyorum. Sağlıklı bir iletişim ve doğru planlama ile bunu yapmak imkânsız değil. Hem de birçok kişiye de iş imkânı doğar. İnsanlar daha az çalışabilir. Böylece biraz daha az kazanırlar. Biraz para kaybedebilirler ancak hayatı kazanırlar. Hem birçok kişi işsizlikten kurtulur. Bir anekdot: Bir gün feribottan iniyordum. Yanımdan geçen elleri kolları dolu bir işadamının yanındaki kadına dediklerine kulak misafiri oldum. Şöyle diyordu: “En zavallı insan iş adamıdır. Çok parası vardır ancak onu keyifle harcayacak zamanı yoktur.”
İnsanlar iş dışı zamanlarında, yukarıda bahsettiğim kendi kendine yeterliliği sağlayıcı görünmez gelirler sağlayabilirler. Sebzelerini üretir, ekmeklerini yapar, kazaklarını örebilirler. İnsanların az çalışmakla geliri düşecektir. Ancak elde ettikleri toplam fayda daha yüksek olacaktır. Çünkü böylece hem iş hayatının nimetlerinden faydalanmak, hem de kendi başlarına temel ihtiyaçlarını tedarik etmek mümkün olur. Sonuç olarak;
- Daha çok et yemek ülkenizi zenginleştirmez.
- Et yemeyenler akılsız değildir.
- Sebze tüketmek iyidir.
- Çok şeyi olan insanın refah seviyesi yüksek olmayabilir.
- İhracatını artırarak büyüyen ülke, başka bir ülkeyi ezerek büyür.
- Mevcut sistem, her şeyini kendi halleden becerikli insanlar istemez.
- İhtiyaç duydukları ürünleri yardımlaşarak kendileri üretenler, hem madden hem de manen tatmin olurlar.
- Küçük bir bahçeden, görece büyük miktar gıda üretmek mümkündür.
- Mevcut düzende çalışma hayatı, insanları mutsuz etmekte ve yeteneksizleştirmektedir.
- Dış dünyadaki işlerde daha az çalışmak, her zaman fakirliğe yol açmayabilir.
Bu yazıyı, bana göre gelmiş geçmiş en büyük kahramanın maceralarını konu alan dünyanın en iyi romanından bir kısım ile bitirmek istiyorum. Olay 1900’lerin ikinci çeyreğinde Amerika’da geçiyor. Kahramanımız Ignatus’a, burjuvalığa özenen bir zenci soruyor: “Hey dinle,” dedi Jones.”Gitmeden önce bi şiy sorcam sana. Siyah biri serserilik etmenin, ya da asgari ücretin altında çalışmanın dışında ne yapabilir sence?” “Lütfen,” Ignatus kaldırımın kenarını bulmak ve doğrulmak için iş önlüğünün eteklerini beceriksizce topladı. “Aklımın ne kadar karışmış olduğunu sen bile tahmin edemezsin. Değer yargıların baştan ayağa yanlış. Tepeye, ya da işte varmak istediğin nokta neresiyse, oraya vardığında ruhsal bir çöküntü ya da daha kötü bir şey geçirebilirsin. Hiç ülkesi olan bir zenci gördün mü? Elbette hayır. Bir mezbelede mutluluk içinde yaşa. …Boethius oku.” “Kim? Neyi okuyim?” “Boethius sana direnmenin son çözümde anlamsız olduğunu, her şeyi olduğu gibi kabullenmek gerektiğini öğretecektir…”4 İnsanoğlunun yaşamı gün geçtikçe hızlanıyor. Bu karmaşada düşünmek için vaktimiz yok, sadece önümüze geleni tüketiyoruz. Daha iyi, daha fazla ve daha büyüğe ulaşmak için sonu gelmez bir maraton koşuyoruz. Öyle bir maraton ki, yorulmaya bile izin yok…
Kaynaklar: 1 Buğday ekolojik yaşam rehberi, kış 2011, arka kapak 2 Türk Kanser Araştırma ve Savaş Kurumu Derneği Genel Sekreteri ve Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Onkoloji Hastanesi Başhekimi Prof. Dr. Şuayib Yalçın’ın, 4 Şubat Dünya Kanser Günü dolayısıyla, AA muhabirine yaptığı açıklama, 6 Şubat 2010, 3 WebMD Health News, 29.11.2010 4 Toole, J.K (2007) Alıklar Birliği (Sayfa 298). Çeviren Özgören, P. İstanbul: Merkez Kitapçılık Yayıncılık